22 Mart 2010 Pazartesi

Hümak'ı ve Kampı Özlemişim Faaliyeti

Yazar: Başak Şentürk
Tarih: 22 Mart 2010


Hah kıyafetler tamam. tabak,çatal da tamam. O da, bu da. Yahu çok ekstra bişey de almadım ki niye kocaman oldu bu çanta? Hahahhah yemek var yahu içinde bir sürü. Neyse ki dönüşe bile kalmadan birkaç saat içinde yarısından çoğu tükenecek muhtemelen. Küçülür çantam. ''Ne var senin çantanda o kadar çok ya?''''Yarısı yiyecek.''Ferdi ve Aycan: ''Ay ben de yavaştan acıkıyorum sanki. Yım yım yım.''Hahahah! Evet tahminlerimde yanılmamışım ama yok, arabaya saklanacak bu yemekler. Ferdi, kaç kişi gidiyomuşuz abi? Anıl ya, kaç kişi gidiyoruz biliyo musun? Şeyda, kaç kişi olcakmışız? Servise bi yüklendik ki, üüüh 25 kişi gidiyormuşuz. Belki birkaç koltuk boş kalabilir diyorduk ama ayakta kalan bile oldu otobüste. Ayakta kalan kişi Turgay olunca, zekice bi iş yaparak matı araya serip uyuma fikriyle beni benden aldı. Ay dur Ferdi'yle yer değiştirdi şimdi. Cansu'yla diyoruz ki bi şenlendirsek şu otobüsü, herkes kendi halinde. Ozan'a laf atıyoruz gazete okumasını bölerek. Ordan oraya bi dalga yayılıyor ve otobüsteki mırıltılar artıyor. Şeref'in Ferdi'nin üstünden atlayıp orasına burasına basarak gezmediği yer kalmıyor. Eşref de buralarda. Hatta ortalarda ve de göbekler atıyor. O yetmezse bir de güzel kalça kıvırıyor. Kekler, poğaçalar yeniyor. Uyuyo, uyandırmayalım diye Aycan'ı biz es geçmişken o uyandığında gırlıyor AÇIM diye. Çağıl'ın çükütay hikayeleri çalınıyor kulaklara. Bir süre sonra benim gözler kapanıp kapanıp açılıyor. Molalardan birinde bir benzinlik yanında gördüğümüz bir markete giriyoruz 'içki alışverişiiiiii!' diye. Şeyda, kamp için yiyecek alışverişi yapmışken biz hınzır hınzır, tekel kısmına gidiyoruz. Araca geri dönükten bir süre sonra benim gözler kapanıp kapanıp açılıyor. Beş saatlik yolculuğun ardından gelindiği ve inilmesi gerektiğiyle ilgili seslenişler ve dürtükler sonucunda uyanıyorum. Ya burası mutlu ve sıcaktı ne güzel. Uyku sersemi iniyorum aşağı ki offf o ne yahu! Gece güzel, hava temiz, ağaçlar, çayır çimen... Evet evet güzel bir haftasonu olacak.Çadırlar kuruluyor, bilmeyenlere gösteriliyor. Herkes çadırlarına yönlendiriliyor. Bir ateş yaksak da bişeyler yesek, sesleri duyuluyor. 'Bu saatte yemek mi yenir be?' diyen olsa da herkes üç beş lokma yiyor bir şeyler gecenin 1'inde. Ateş başındaki insanlar teker teker azalıyor. İyi geceler diyip de ayrılan ayrılana... Ben de çadıra girdiğimde en son, birinin Cansu'yla konuştuğunu duyuyorum: Cansu sen kalıyor musun burda? Uyumuşum.Pek uzun sürmedi uykum. Vıcır vıcır! cıpcıbırı cıbırı! Çipili çip çip çüp çüp!! Aay bu ne? çipürü çipürü! Gözümün önünde birsürü kuş canlanıyor. çüpültürülü! Çok merak ediyorum, çıldırıcam meraktan. Ama tulumdan çıkıp baksam dışarı, bir daha giremem biliyorum. Uyu boşver, uyu. ÇIPIRIPIRPRIIRIRP! Tamam tatlı bela, kalkıyorum. Bakıcam sana. Dürbünü alıp çıkıyorum dışarı. Muhtemelen şu an mağaraya girmek için hazırlanıyor olan Emrah, Turgay, Aycan, Ahmet ve Cem, yaptığım şeyi saçma bulacak ama gerçekten bunu düşünecek durumda değilim. Hay nesin sen sesini yediğim? Bak sağa bak. Bak sola bak. Evet, çok vakit geçmeden Turgay laf atıyor; ''Bakma boşuna. Biliyorum ben, tepeli pırpır o.'' Baya bi uğraştırdılar ama öğrendim en azından ne olduklarını. İspinozlar. Her yerde, yüzlerce ispinoz! Neyse madem kalktım, yardım edeyim. Dört tane srt takımı hazırladık, gidecekler yemeklerini yedi, Şeyda'dan koordinatlar alındı. Hadi görüşürüz, kolay gelsin. Çadırlardan üç beş kafa çıktı dışarı. Aslıhan, insanlar kalksın da kahvaltı yapalım diye oturup oturup kalkıyor. Ateş hadi büyüdü büyüyecek diyene kadar ben yorulmadım ama Aslıhan benim adıma ümidi kesti bile ateşin onu ısıtmasından. Yine şanslısın Aslıhan, kalktı insanlar. Ay peynirler de güzelmiş, ooh hem de üç çeşitmiş. iyi de, bu ses neymiş? Hahahha! Burdan dolmuş da geçiyomuş olum. Bilseydik dolmuşla gelirdik ehere ühere. Bi dakka, durdu lan bu. İnsanların sırtında kamp çantası var, farkındasınız dimi? Ay yok canım; Cansu diyo ki araçtan inenlerden biri Anadosk'tan Tolga'ymış. Hani şu Olimpos'ta Kocain'e giderken tanıştığımız çocuk. Hatta görünüşe bakılırsa, ekibin kendisi bizatihi Anadosk. Bizim kampın arka tarafına doğru geçiyorlar, oraya kamp atacaklar anlaşılan. Şeyda konuşmuş; onların da amacı hem Mayıslar'da dikey mağara eğitimi hem de temel kampçılık eğitimiymiş. Çağıl'ın kurabiyeleri de lezzetliymiş. Ama bu kurabiyeler şimdi mi lezzetliymiş yoksa dün akşam ateş başında lezzetliymiş de tadı hala damağımda mıymış ondan emin olamadım. Kalkıp az bi odun toplayalım. Gezelim bakınalım neler var etrafta. Ferdiler geliyo, hattı kurmuşlar heralde. Biz Cansu'yla yürüycez biraz, var mı gelen? Hah tamam, Özge de geliyo. Ay ay durun, dürbünümü de alıyım. Yırtıcı görmek istiyorum, çok istiyorum. Öf hayır be çarpıtmayın; yırtıcı kuş görmek istiyorum. Bu daha da fena oldu sanki. Hani şahin, doğan falan :) Tamam oldu bu. Tıpıdık tıpıdık. Dur bakıyım, karşıda bi dere gibi bişey mi var? Aaaa hadi o tarafa doğru yürüyelim. Duyuyo musunuz sesi; nası gürül gürül. Biraz daha yukarı çıkalım. Arada bi durup göklere bakalım. Bakıp bir kaya başında gök doğan bulalım. Uçuşan kelebekleri izleyelim. Akan suyun sesini dinleyelim. Ha evet yürüyorum tamam :) Cansu yoldan içeri doğru giren bi yer buldu. Biz de onun peşinden. Cansu dereyi görüyomuş. Geliyoruz biz de. Hahahahha bu mu yahu o gürül gürül sesi gelen? Minicik bişey. Ama berrak. Hatta tertemiz. Su bidonu alıp geri mi gelsek napsak? Neyse uzak burası kampa baya, çok gerekirse geliriz. Devrilmiş bi ağaç bulduk, güzel bi fotoğraf objesi olur bundan. Hatta oldu bile :) Zaman geçti baya, merak etmesinler. Geri dönelim. Siz yürüyün abi, ben bi çiçek toplayıp geliyorum. ''Başak!! Yırtıcı!!!!'' Neeee? Hay ski... üfff yok küfür müfür. Topla eşofmanı, koş koş koş. Hani nerde? ''Önümüzden geçti. Burnumuzun dibinden. Kocamandı. Ama uzaklaşıp gitti.'' Şansıma tüküreyim ben bence. Onun yerine kamp yolunda gördüğümüz bi tavus kelebeğiyle (İnachis io) avunuyorum. Oh yavrum, bebeğim. Çok güzelsin. Hey millet, Ferdi falan vardı burda az önce. Nereye gittiler? Bulamamışlar mı mağarayı? Nası ya? Yazık yavrum, geziyolar üç saattir. Ha iyi bari, bilen biriyle gitmişler bu sefer. Su ve ekmek eksiğimiz varmış. Otobüsle köye giderken eşlik ederim ben Anıl'a. Yolda sohbet de ederiz Sinan abiyle. Ne güzel görünüyo burdan Sakarya Nehri, tarlalar. Tablo gibi. Eşref pek niyetli Anıl'ın totemini kültablası yapmakta. Bak diyorum, Eşref diyorum, yapma diyorum, çocukcağız üzülür diyorum, hatta pek kızamaz ama az bi atarlanır diyorum. Ama Eşref, bana mısın demiyor. Sana mısın ya da ona mısın da demiyor. Başlıyor çalışmalara. Odunlarla çukurlar oluşturmaya çalışıyor. Sivri odunlarla çukurlar oluşturmaya çalışıyor. Ucunu yaktığı sivri odunlarla çukurlar oluşturmaya başlıyor. Eline geçirdiği alet çantasındaki nerdeyse her türlü aleti deniyor ve en sonunda karpit taşları ve Şeref'in tükürüğü ile (tükürük neden olum???) minik bir ateş yakıp onunla çukur oluşturmaya çalışıyor. O artık, kültablası olması umutları bağlanmış karpit yanıklı nispeten göçük bir totem.
Bu sırada mağaraya hat kurmak ve ilk ekip olarak girmek için insanlar gidip gidip geliyor. Ben bu dönemki eksik srt eğitimim yüzünden kendime güvenemeyip ve insanları zorda bırakmamak için mağaraya girmemişken biraz da eksik hissediyorum. Manolya'lar yürüyüşe gidiyorlarmış; yukarda bir yerlerden çok güzel manzara görünüyor demiş Esmad'dan birileri. Öyleyse istikameeeeet: yukarda bi yerlerde manzarası güzel olan bi yerler! Biraz ilerledikten sonra bi tane kaya buluyoruz genişçe. Sayın Eşref Kaya, orayı gözüne kestiriyor fotoğraf için. Manolya, Cansu, Aslıhan, Ozan, Eşref ve benim hoppidik bombidik on bin tane, manzaranın da bir tane fotoğrafı ile ve bir tomar odunla kampa geri dönüyoruz. Biz kızlar + Eşref olarak pek eğlendik, fotoğraflardan memnunuz. Ama onu bi de Ozan'a sormak lazım =)
Hava yavaştan kararıyor.'Şifalı su' nun ne menem bişey olduğunu görmeye giden bir grup meraklı yeni mağaracı, meraklarına küfredip bacaklarını ovarak kampa dönüyor. Didemler, sistematik botanik ödevi için bitki toplama gezintisinden dönüyor. Yapılmış makarnayı alıyoruz tabağımıza mutlu mutlu. Minik yoğurtçuk varmış, ondan da ekleyelim biraz ki daha mutlu olsun diyoruz. Açılan yoğurtçuklardan birini yemyeşil görünce tarihinin bi parça geçmiş olduğu görüyoruz ama hala beyaz olan yoğurtçuklarla yine de mutlu olan makarnalarmızı yiyoruz. O saatten sonra ateş başında, son ekip çıkıp gelene kadar bütün gece bişeyler pişmeye devam ediyor. Kamp ateşi etrafında, getirdiğimiz davet üzerine bi kırk kişi falan varız heralde. Hümak, Anadosk ve Esmad. Diğer iki ekipten sürekli olarak çılgın ikramlar geliyor. Ateşte tutulmuş marşmelov (o şey pişirilir mi bilemedim), bir çıbığa dizilmiş sucuk parçaları, közden alınıp soyulmuş ve ketçapla mayonez(!) eklenip kumpir yapılmış patates falan. Biz de eksik kalmıyoruz, hepsininin tadına bakıyoruz şimdi yalan yok. Ama yok diyoruz; biz sadece tuzlanmış közde patatesimiz, makarna ve konservelerimizle mutluyuz. Mağaranın girmek için hazır olması uzayınca ekiplerin giriş saatleri de sarkıyor. Hesaplara göre, son grup gece yarısından sonra kampa dönecek. Bunun farkında olan ikinci ekip mızmızlanarak kalkmışlardı ateş başından ama şimdi dönüyorlar bile. Onların gelmesiyle başlayacak içki faslını uyuyarak geçirmeyi tercih edenler çadırlardan kafalarını uzatıyor teker teker. Yarın eğitim yapacak ve mağaraya girecek olan Anadosk'luların çoğu uyudu bu saatte. Gelenlere Manolya'nın bütün gece bıkıp usanmadan sevgisini kattığı çorbadan veriyoruz. Ateş başında sıcak bir yer veriyoruz. Kısa süre önce oluşmuş 'olum su bitmiş lan!' krizi, Esmad'dan Ferit abinin motoruna atlayıp köyden su getirmesiyle çözülmüşken hiç karizmamızı çizdirmeden sularını içiriyoruz. Biralar, şaraplar ortaya çıkmaya başlıyor. Sonrası şenlik. Yüzlerdeki gülümsemeler artmaya başlıyor. Şarkılar, türküler gırla gidiyor. Arada bir düşen yüzler de oluyor ama ''hşşş! o hıçkırıkların nedeni gökyüzündeki kötü niyetli bi yıldızmış, biliyor musunuz? Onun gökyüzünde parladığı kamp akşamlarında insanlar üzülebiliyormuş. Ama sonra güneş doğunca geçip gidiyormuş o yıldızın etkisi.''. Zulalardaki içkiler bitmek bilmiyor. Sürekli yeni çerezler türüyor. Stand up - yaratıcı drama eğitimini yarıda bırakmış modern folk üçlüsü tadındaki ekibimiz bütün gece izleyenlerini eğlendirmek için bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji sarf ediyor. Karınlara, gülmekten ağrılar giriyor. Teeee Manolya'nın çorbaya sevgisini kattığı zamandan beri elindeki beş litrelik su bidonu içinde özenle bloody mary hazırlayan Eşref, en sonunda onu servise sunuyor.( Bloody Mary ve Turgay üzerinden bir bahis döndürme çabaları oldu ama sonrasından pek emin değilim) Birkaç dönüşün ardından, bloody mary yi acı bulanlar ellerini çekiyor. Bu durum da, benim gibi devam eden ufak bir grubun işine geliyor. Ha bu aradaa, zaman baya hızlı geçiyor. Baya bi yatıp uyumaya giden oluyor. Hava aydınlanmaya başlayıp da yatmaya karar vermişken elde fotoğraf makinesiyle gecenin son fotoğrafını çekiyorum: Eşref ve Sücüllü, Esmad'dan Doğa'yı aralarına almış şekilde ayakta duruyolar. Ahmet, Doğa'nın boğazına kırmızı saplı testereyi dayamış. Ve herkes gülümsüyor.
Pazar sabahına, dün gecenin ardından yağmaya devam eden yağmurla uyanıyoruz. Daha doğrusu, saat 10.00 gibi sağolsun faaliyet sorumlumuz Emrah tarafından uyandırılıyoruz. Kalkmamız ise başka bir hikaye. Önceki gecenin pislikleri yağmurla çamur olmuş halde daha da bir pislik olmuşken onları temizleyip hızla kampı toparlıyoruz. Erken kalkanlar, buldukları elma, portakal, üç beş parça kahvaltılık yeme şansını yakalıyor. Etrafta bulabildiğimiz en ufak izmarit parçasına kadar da temizledikten sonra araca doluşuyoruz. Kısa bir süre ilerledikten sonra 'Araba kayıyor!' sesleriyle araçtan inip tabana kuvvet diyoruz. Tüm gece yağmur yağmış, yerler çamur değil nerdeyse balçıkken kocaman servis yan yan gitmeye başlıyor bizim inmemize rağmen. Bir önceki gün ateşe atmak için topladığımız kocaman ağaç, çalı, çırpıyı bu sefer, aracın altına sağlam bir zemin hazırlamak için topluyoruz. Yaklaşık bir yüz metrelik ağaçtan yol yapıyoruz. (Benim barışı temsilen attığım baş parmak büyüklüğündeki servi dalcığının ve Ebru'nun buna karnını tuta uta gülüşünün hiç lafını etmiyorum tabi =) Aracın, bizim yardımımız olmadan ilerleyebilmeye başladığı yerde doluşuyoruz tekrar. Yine ucuz atlatıyoruz. Çok çok acıkmış olan karınları, Eskişehir'e üç kilometre mesafede Köşem Lokantası'nda doyuruyoruz. Servisini, yemeklerini(işkembe çorbası da olumlu not aldı) , fiyatını beğenerek, ''aklımızda bulunsun da daha sonra yine gelebiliriz'' yerlerine bir yenisini daha ekliyoruz. Porsiyonlar biraz minik ama olsun (hocam, salata isteyince iki domatesle bi parça da yeşil bişey getirilmez ki. olsun olsun geri kalanı güzeldi). İçerde çaylar içilirken bir grup da dışarda, nerden çıktığından emin olmadığım bir vanilyalı puroyu deniyoruz. Puroyla anı fotoğrafları çekiyoruz. Ordan ayrıldıktan sonra bir iki kez daha duruyoruz. Bir çay molasında şans oyunu tadındaki bi oyun kutusundan 1 liraya parliament sigara kazanışı gürültülerle kutlanıyor. İki tabakta katmer ikramı geliyor. İlk defa katmer yiyip seviyorum, ikram olunca daha da bi seviyorum. Dönüşte, arka tarafta oturanlar koltuklara sığamıyorlar. Kendileri yerleşse, ruhları taşıyor. Yer değişe değişe farklı kombinasyonlarla, yerde matların ve uyku tulumlarının üstüne yerleşiyoruz. Dün geceden tadı damakta kalmış şarkı türkülere devam ediyoruz. Bir ara önden Manolya'yı transfer edip onun da katkısıyla baya bi eğleniyoruz. Sonra heralde ayakta durmaktan yoruluyor ve biraz da uykusu geliyor ki öndeki yerine geri dönüyor. Biz de otobüsün arka kısmı olarak Ankara'ya varana kadar otobüsü bizi dinlemeye mecbur bırakıyoruz.
Yavaş yavaş Ankara'nın o kendine özgü ışıkları görünür oluyor. Üzerimizde bir 'kamp bitti galiba ya' havasıyla şehre giriş yapıyoruz. Beytepe'ye gelince kulüp malzemelerini odaya bırakıyoruz. Kalan yiyecekleri yurtlarda kalanlara dağıtıyoruz. Gidenlerle vedalaşıp, ufak çaplı bir şehiriçi taşıma yapacak olacak araca geri doluşuyoruz. Yolda, Turgay'ın anı yazısı yazma teklifleri duyuluyor. Ulaş'ın Turgay'la, mağaracılığa devam etmeye karar vermesi üzerine ne kadar bi sürede malzeme edinmesi gerektiği üzerine yaptığı konuşmayı dinliyorum. Birileri keyif almış galiba. Beytepe köprüsünde, Balgat yurdunda, Milli kütüphanede inenler derken biz de Ozan'la Kızılay'da iniyoruz araçtan.
Ve geri dönülen şehir.

(bikaç günde yazdım ve yayınlamadan önce imlayı falan kontrol etmedim. bi ara tekrar bakıp düzeltene kadar saçmalığından ötürü özür)

4 yorum:

turgay baş dedi ki...

eline sağlık .. ama bişeyi düzeltmeden de geçemeyeceğim.. nedense sen de içki alışverişini yola çıktıktan saatler sonra yaptık diye hatırlıyorsun.. oysa beytepede yola çıktık 5 dakka geçmeden alışveriş molası verdik.. hatta biz aycanla uzunca bir süre sadece benzinliğin ufak marketini gördüğümüzden, bu molanın aslında alkol molası olduğunu farketmedik bile.. sonradan edindiğimiz bilgiler ışığında derhal terkettik servisi ve ihtiyaçlarımızı tedarik ettik..

ama olsun yine de okuması güzel :)

wamfux dedi ki...

eline sağlık .. ama bişeyleri düzeltmeden ben de geçemeyeceğim...
cumaertesi günü mağarayı aramaya giden gruba ferdiler demişsin..ama grupta ben yoktum ki..ama olmasam da önemli bi işte adımın geçmesi hoşuma gitti nedense :P..
bide dönüş yolunda mola verdiğimizde ikram edilen katmerler ikram değilmiş..hesabı ödemeye gidip adam birkaç misli hesap çıkarınca -abi katmer ikramdı hani ..-yok deildi.. demesinden sonra tıpış tıpış dönüp para denkleştirmek için sizden para toplamıştım...katmer de güseldi hani haa..yine olsa yine yenir..:D
okuması güsel..bileğine kuvvet :D teşkür

berkan dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
berkan dedi ki...

Harika, o günleri sonsuza kadar yaşatabilecek bir anı. Şahsen ben o gün aranızda gibi hissettim :))

 

İletişim

Bu blogda yazar olarak yer almak ve katkıda bulunmak istiyorsanız, blog yöneticileri ile iletişime geçmeniz yeterli olacaktır.



Blog Yöneticileri

HAKKINDA

Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma Topluluğu (HÜMAK) 1988 yılında kurulmuştur. Kurulduğu günden itibaren Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde araştırma ve eğitim faaliyetlerine devam etmektedir.

AMAÇ

Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma Topluluğu 'nun (HÜMAK) çok yazarlı resmi ve gayrıresmi paylaşım ortamıdır.

Kafasından bareti eksik etmeyen tüm mağaracıları aramızda görmekten keyif, zevk, haz ve gurur duyarız, hoşnut kalırız..