24 Kasım 2021 Çarşamba

Mutlak Olana Övgüler

 


“Mağarada güvende hissediyorum…”

Bir gün oturmuş bir arkadaşımla neden mağaracılık yaptığım hakkında konuşurken çıkmıştı dudaklarımdan bu sözcükler. Arkadaşım çok şaşırmıştı bu söylediğime. Mutlak bir karanlığın hakim olduğu, kaygan, ıslak bazen, bazen sıkışık veya derin bir bağlamda insan nasıl olurdu da güvende hissederdi? Haklıydı… Mağaracılığa çok temel bir bakış açısı ile baktığımızda bu işi yapmak hiç de akıllıca değildi ne de yaramazca, bir kalıba sığar yanı yoktu. Peki o zaman ben neden nasıl güvende hissediyordum? Cevap yine çok basit. Bir mağarada başıma gelebilecek olayların sayısı belli ve neredeyse sabit. Daha doğrusu mağaralar çok dinamik yerlerse de ihtimaller oldukça statiktir. Güvenimin sağlam zemini tam olarak bu: Sınırlı sayıdaki olasılığın rahatlığı, dahası güzelliği…

Bir mağarada hiçbir canlı ile bağlam ve iletişim sorunu yaşanmaz. Hiçbiri duygusal değildir veya pragmatik. Kimse kimseyi rahatsız etmez, herkes ve her şey olduğu gibidir. Yegane uğraş keşfetmek veya hayatta kalmaktır. Beklentiler, hayaller, dilekler karışmaz hiçbir adımın arasına. Mesela kime sorsanız Sarpunalınca otoban gibidir, yaldır yaldır gidilen. Ya da Utku’ya sorsanız Çokrağan peynir gibidir. İnsan bir peynirden ne bekler ve bir peynirin yaşatabileceği olasılıklar nedir ki? Belki de bunu Utku’ya sormamız lazım 😊

Işığınız varsa görüşünüz 25 metre kadardır örneğin. Işığınız yoksa mutlak bir karanlığın içinde asılı kalırsınız. Uzayda uçmak gibidir bu karanlık, sanki kafanızı eğseniz altınızda ışıl ışıl dünyayı göreceksiniz ya da kafanızı biraz kaldırsanız Plüton’u. Kulağınıza çalınacak seslerin frekans aralığı çok nettir, bir yarasa cıvıltısından bir kaya düşmesi aralığınca… Karanlığın ve kötülüğün birbirine zıt düştüğü bir yerdir mağara, masalların aksine. Doğal, gerçek. Bu da demek oluyor ki mana zorlamalarından sıyrılmıştır. Tıpkı bir çocuk gibi demek yanlış olmaz bence. Yalansız dolansız, düz, dümdüz. Bir çocuğun yanında güvensiz hissetmemek gibidir mağarada güvende hissetmek. Ya da ben uslanmaz bir iyimserimdir ve tüm bu sözcükler bir iyimserin düş bahçesinin ürünleridir…

R*

8 Kasım 2021 Pazartesi

İlk Kamp Maceram: Kızılcahamam

Bölge: İç Anadolu
İl: Ankara
İlçe: Kızılcahamam
Faaliyet Tarihi: 16-17 Ekim 2021
Anıyı Yazan: Ahmet Şen
Faaliyet Sorumluları: Ece Yurdakul, Zeynep Cemre Yüzer, Zeynep Doğa Özgüç 


Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırmaları Topluluğu’nun (HÜMAK) düzenlemiş olduğu Kızılcahamam temel kamp eğitimimiz vardı. Bazı kişiler kampüste bazı kişiler Atatürk Kültür Merkezi’nde buluşacaktı. Biz kampüste bazı eşyaları el birliğiyle beyaz Fiat Egea'ya yükledik sonra otobüse binip AKM’nin yolunu tuttuk. Benim ilk deneyimim olmasından ötürü olacak galiba ne zaman çantamdan bir şey alacak olsam çanta kapanmıyordu. İki defa başıma geldi bu olay. Bir amca sağ olsun ikisinde de bana destek olarak çantayı kapattık. AKM’de buluştuk ve Soğuksu Milli Parkı Temel Kampçılık Eğitimi için Kızılcahamam’ın yolunu tuttuk. Yolda mola verdik. Tuvalete gideceğiz benim üzerimde bir eşofman bir tişört ve bir triko ceket olduğu için o kadar üşüdüm ki Allah’ın Kızılcahamam’ında ve ekiminde kardan adam olmadığım kaldı. Caminin tuvaletiydi girdiğimiz tuvalet, Allah’ım kapitalizm camiye de mi işler ya! 2 TL’yi tozlamak zorunda kaldık. Sonra kulüp sorumluları Ece ve Cemre’yle A101 eksiğimizi hallettik. Yanımdaki yolculuk arkadaşım Eylül’ün önerisi üzerine atıştırmalık barlardan aldım. Sonra da ip ve bira eksiğine geçtik. Bu arada şöyle bir parantez açmak istiyorum. Ben biranın ve şarabın tadına bakmış ve sevmemiş bir insanım. Bira alsam mı almasam mı diye bir tereddüt vardı içimde bu yüzden. Yok bağımlısı olursam, yok alkolü tüketip yarın yurtta beni alkol tüketmiş biçimde yakalarlarsa vb. Böyle olaylarda zihnim böyle düşünmeye meyilli maalesef. En sonunda ‘’Ahmet biranın tadı kötü olsa da biranın tadının kötü olduğunu öğrenirsin bir şey kaybetmezsin’’ diye kendime telkin vererek bir tane arkadaşlarla birlikte 50’lik metal kutuda bir Tuborg aldım.



Veee…. Ver elini kamp, ver elini Soğuksu…

Otobüsten inip otobüsteki eşya ve çantaları el birliğiyle indirdik. İlk başta bir şeyler atıştırdık. Burhan’ın verdiği poğaçayla birlikte kurabiye ve badem yemiştim. Geldik yük paylaşımına. Mağaracı Yasin bana ekmekleri ve peyniri verdi. Bütün eşya dağıtımları hallolduktan ve yürüyüş başlangıcında bir fotoğraf çekindikten sonra benim hayatımdaki ilk trekking deneyimi olan ve ekip sorumlularının özlemini, hasretini çektiği Soğuksu Milli Parkı Temel Kampçılık Eğitimi’nin yürüyüş etabı başladı. Hayatımda hiç bu kadar ağır bir yük kaldırmamıştım. 15-20 kilo kesin vardı. Mağaracı Yasin’e çantanın çok ağır olduğunu söyleyince şaka yollu "Ahmet şu an çok zevkli ben çok zevk almaya başladım" dedi. Sonra gerçeği şak diye yapıştırdı "Ben de yoruluyorum oğlum" diye. Allah’tan spora yatkın bir bünyem varmış ki öncüyle artçı arasında istihbaratçı, arazi arabası gibi gidip gelebiliyordum. Yokuşu çıkarken bana bir yük verdiler, yük elinde ağırlaşıyor ya anlamadım gitti. Sırtına at olmuyor... Elinle taşı olmuyor... Ama elimle taşıyabildim çok şükür! Bunun en iyi yanıysa yeni arkadaşlıklar elde edinmek oldu. Ceylin, Serdar, Tuğberk ve daha niceleri… Hem de doğada ekip ruhuyla ve doğanın etkisindeki stressiz sağlam kafayla böyle arkadaşlıklar daha da müthiş oluyormuş meğersem.

Üniversite sınavı öncesi her eşit ağırlıkçının hedefi olduğu gibi benim de hedefim Ankara Hukuk’tu. Üniversite sınavı öncesi bana Ahmet Hacettepe Uluslararası İlişkiler’i tutturacaksın, Beytepe gibi müthiş bir kampüste okuyacaksın, Hayalin olan şehre yakın, ulaşımı kolay, her türlü kültürel ve sanatsal faaliyete erişebildiğin bir şehirde yaşama hayalini, doğal ürünlere, gıdalara ulaşabilme hayalini ve etrafında iyi insanların olması hayalini daha üniversitede gerçekleştireceksin deselerdi ben herhalde o kişi için ‘’acaba büyücü, falcı olup da sallıyor mu’’ derdim veya şunu söylerdim ‘’ne içtiysen ondan istiyorum’’

Doğaya değinmeden olur mu? Efsaneydi…

Rengarenk

Yeşil

Sarı

Turuncu

Kırmızı ağaçlar,

Bastığımız yere dökülen yaprakların hışırtısı,

Bol oksijen…


Aslında anlamıyorum şehirdeki beton yığınını ruhsuz, cansız, hapishane gibi yığınlara hem bedenimizi hem ruhumuzu teslim etmişiz ama farkında değiliz.

Ama doğa

Doğa öyle değil

Ağaçlar,

Bitkiler,

Çiçekler,

Hayvanlar,

Suyun şırıltısı

Gündüz doğanın engin macerası

Akşamsa ateşin başında oturup yemek pişirmek,

Isınmak

Sonra da çadıra yatmaya geçmek…

Doğa ne kadar güzel bir şey aslında

Dinç hissetmek

Bakışlarının ve dikkat algının geliştiğini hissetmek

O kadar güçlü hissetmek ki sanki hiçbir güç seni yıkamayacak, yıldıramayacak, engel koyamayacakmış gibi

Hele ki ekip arkadaşların da yanındaysa ve en sevdiklerinse bambaşka…

2 kez mola verip bir şeyler atıştırarak, kah birliğin artçı kah birliğin öncü kısmına düşerek, bazen ortadan giderek, birliğin 2 ekmeğini araklayıp yiyerek, yorgun ama müthiş bir duygu ve tebessümle hedefimize vardık. Çadırlar kurulmaya başladı, benim çadır arkadaşım ve aynı zamanda kulübümüzün başkanı olan Beyza, çadırın nasıl kurulduğunu bana ve 2 arkadaşıma daha anlatmaya başladı. Çadırlar kuruldu odunlar toplandı kırıldı ateş yakıldı yemek yapıldı derken bir bakmışız ki akşam olmuş, bütün grup yemeğini afiyetle yedi. Yemekler lezizdi, her ne kadar arkadaşım Nurgül pul biberi biraz kaçırsa da pastanın üzerine eklenen çilek gibi leziz bir tat vermişti. Ellerine sağlık bütün arkadaşlarımın.

Bütün bu olanlardan sonra herkes kendini anlatmaya başladı. Kimisi bira ucuz diye gelmiş, kimisi arkadaş baskısıyla gelmiş, kimisi BBC belgesellerinden mağaraya merak duyarak gelmiş, kimisi pandemide ders çalışırken bir anda mağaraya girmeye karar vermiş, ben de başladım anlatmaya:

Geçen yıldan beri doğa sporlarına ilgiliydim. Doğa sporlarına merakımı başlatan Serdar Kılıç’tı. Ben de karar verdim üniversitede doğa sporları etkinliğine katılacağım diye. Doğa sporları etkinliğine gidecektim. Pandemiden dolayı ailem izin vermedi. Hacettepe uluslararası ilişkileri kazanınca ilk işlerimden birisi de Dağcılık kulübüne üye olmaktı. Birçok kulübe üye oldum ama Dağcılık ve doğa sporları kulübüne üye olamadım. Ulaşmak için her yolu denemiştim halbuki. En sonunda bir gün öğrenci toplulukları birimine gittiğimde kulübün pasif olduğunu öğrendim. Çaresiz çaresiz yemekhane meydanında acaba şu kulübü gördünüz mü diye sorarken bu kulübe denk geldim ve sonradan isminin Yasin olduğunu öğrendiğim kulüp sorumlusu bana şunu söyledi ‘’Biz de doğa sporları yapıyoruz içinde trekking var, tırmanma var dağcılık kulübünden tek farkımız dağa çıkmamamız’’. Aklıma yattı ve üye oldum. İyi ki bu kulübü görmüşüm de üye olmuşum. Bu kulüp değil Hacettepe’nin Türkiye’deki üniversite öğrenci kulüpleri arasında en iyisi.

Herkes kendini anlattıktan sonra içkiler açıldı ve içilmeye başlandı. Müzikler söyleniyor, sohbetler yapılıyor atıştırmalıklar yeniliyor. Öyle müthiş bir duygu ki bu duyguyu anlatmaya kelimeler yetmiyor yaşamayanların illaki yaşaması lazım bunu. Hatta kulübe bir girdiğiniz zaman öyle bağlı kalıyorsunuz ki kulübümüzün eğitim sorumlularından biri olan Ece ‘’Ben 4. sınıfım mezun olacağım ve hiç kendimi mezun olup da iş hayatına atılacakmış gibi hissetmiyorum’’ demişti. Kulübe üye olup üniversiteden mezun olduktan sonra kulübü bırakamayanlar bile vardı. İş çıkışı gelecek olan ve sonradan isminin Egemen olduğunu öğrendiğim bir arkadaşım da bunlardan biriydi. Ama ne olduysa onlar milli parktan girmeye çalışırken oldu (kampın bize girme mevzusu). 

İlk başta kulübümüzün başkanı Beyza’ya Egemenden belgelerin ve izinlerin tam olup olmadığına dair bir telefon geldi bizden içkileri saklamamız istendi, sonra da Egemenlerle birlikte milli park güvenlik ekipleri geldi! (bu arada bahsettiğim akşam saat 10.30 civarı). Kulüp yetkilileriyle güvenlik ekipleri konuşmaya başladı. O arada kulüp sorumlusu Yasin gelip dedi ‘’çay demleyin’’, ben de anladım ki bize misafir olacaklar hem denetim hem de lay lay lom olacak. Tartışma gitgide alevlendi ve jandarma geldi. Beyza bizim öğrenci olduğumuza, kulübün 10 yıldır bu kampa geldiğine ve gerekli bütün izinlerin elimizde olduğuna dair açıklamalarda bulunuyor ama kulüp yetkililerini de kimse dinlemiyordu. Tartışma gitgide alevleniyordu. Birisi oradan çıkıp demez mi ‘’Gençler milli parkı terk ediyor musunuz etmiyor musunuz?’’ Ben de birazcık korkmuştum ama hem kendimi dizginleyebilmiştim hem de her ihtimale karşı hazırlıklı olmuştum. Arkadaşlarımın bazıları çok korkuyor, bazılarıysa sohbete devam ediyordu. Ben bizim yanımıza (ateşin başına) gelen kulüp sorumlularına yardıma ihtiyaçları olup olmadıklarını birkaç defa sordum. Onlar da hayır deyip ateşin başında kalmamızı söylediler. Bu sırada da çöpleri temizliyoruz, ateşi söndürüyoruz.

1,5 saat kadar sürdü tartışma…

En sonunda kulüp başkanı Beyza diğer kulüp sorumlularıyla gelerek ‘’Arkadaşlar milli parkı terk etmek zorundayız, önümüzde kısıtlı bir süre var, kulübün eşyalarını kulüp mensuplarımızın arabasına, özel eşyaları jandarma arabasına yükleyeceğiz. Jandarma bize eşlik edecek, yürüyerek aşağı ineceğiz, arabalar bizi alacak, arabalar geldikçe arabalarla bizleri teker teker aşağı indirecekler ondan sonra da bizi milli park girişinden alıp Ankara’ya gideceğiz’’ dedi ve çadır toplama, çevre temizleme vb. her konuda yardım istedi. Herkes çadırlardan eşyalarını ve çadırları toplamak için çadırlara üşüştü. Gece sanki mahşer yerine dönmüştü. Gece ormanın içinde ateş olmadan kafa lambaları çalışır vaziyette çadırları toplamaya başladık. Her şey 4 gün sonraki istişare toplantısında konuşulacaktı. Kulübümüzün başkanı Beyza sadece birkaç laf etti tamam. Çadırlar toplandı, etraf süpürüldü derken eşyaların arabalara yüklenmesine geldi sıra. Ortalık kafa lambaları ve araç farlarından dolayı gece gündüze dönmüştü. Hem kulüp yetkililerinin telaşı hem de biz çöp toplayanların telaşı derken eşyalar arabaya yüklendi acil inmek isteyenler insin dendi ben de Nurgül ile bindim sonradan isminin Egemen olduğunu öğrendiğim arkadaşımın arabasına ve indik.

Arabayı kullanan da ayrı sitem ediyordu:

Bu kulüp 10 yıldır Kızılcahamam’a geliyor. Biz öğrenciyiz, sanki yangın çıkartacağız da…

Nurgül araya girdi:

Yangın çıkartanlara bir şey yok vuran hep bizi vuruyor.

Ben de araya girdim:

Gerçekten öyle rant yapanlara bir şey yok Bodrum Güvercinlik’te yangın çıkarttılar, yangın çıkan alan ranta gitti.

Egemen rantçılara hayıflandıktan sonra ekledi: Sizde anısı kalır, işte böyle bir kulüple Kızılcahamam’a gittik de Allaaaah neler neler oldu diye.

Nurgül korktuğundan söz etti ben de biraz korktuğumdan ama aşırıya kaçmadığını ve her ihtimale hazırlıklı olduğumu belirttim. Kendisi: 

Valla o zaman mağaracılık size çok zor hacı, dedi. Sonra Egemen ne olur ne olmaz diye telefonunu verdi. Daha sonrasında biz aşağı inerken Nurgül halsizleşti ve benim koluma sarılarak yatmıştı. Sonunda aşağıya indik. Orada kulübedeki bir abi ısınmamız için bize yardımcı oldu. Samimi bir insandı ve iyi muhabbet etmiştik. Derken ekip eşyalarla birlikte tamamen aşağı indi. Yoklamalar alındı. Bu arada sağlam yağmur bastırdı. Islanan ıslanana hastalanan hastalanana. Allahtan ben kalın ve yağmurluklu giyindiğim için sapasağlamdım. Sonrasında Ankara’dan kulübün eski mensubu Yalçın abi birkaç araçla birlikte bize yardıma geldi. Bir başka araç da bizi milli park girişinden alacaktı.Yalçın abi sizinle de tanışacağız sizi halledeceğiz demişti. Arabalarla aşağı indik. Bizi alacak olan başka araç gelene kadar dışarıda bekledik. Bu esnada yağmur daha feci atıştırmaya başladı, ağaçların altına girerek kendimizi korumuştuk. Diğer ekip de geldi, otobüse bindik ve düştük Angara’nın yollarına... 

Yanımdaki arkadaşım Kerem’e dedim ki:

Allah’tan otobüsü ben kullanmıyorum yoksa toslardım, uçurumdan yuvarlardım bir yere. Kendisi de kahkahayı patlatıvermişti hemen. Sadece bir petrolde mola verdiğimizi, Beyza’nın esnerken telefonla uğraştığını ve Ankara’nın girişinde otobüsün ilerlediğini hatırlıyorum. 

5.30 da uyandığımda Kurtuluş Parkı’na varmıştık. Otobüsten indik. Eşyalar el birliğiyle indirildi. Kimin nereye gidip gitmeyeceği tartışıldıktan sonra kimisi kendi evlerine dağıldı, kimisi metroya gitti, kimisiyse benim gibi arkadaşlarımızın öğrenci evlerine dağıldık. Bu arada bir şey daha ekleyeyim. Herkes bu süreçte gergindi ama bir tek Sado diye bir arkadaşımız vardı o gergin değildi. Hatta şöyle bir espri yaptı ‘’Şurada köşeye çadır kurup uyuması vardı’’ diye. 3 kişi (ben, Ceylin, Nurgül) arkadaşım Cemre’nin evine geldikten sonra biraz dinlendik. Cemre erkek arkadaşı Şinasi’yle bize filtre kahve ikram etti. Kahveyi içtik. Eve geldiğimizde gün ağarıyordu. Biraz sohbet ettikten sonra yattık. Saat 6.15 6.30 sularıydı. Alarmı saat 10’a kurdum.

Yorgun argın kampüse dönen ben

Saat 10 da uyandım kalkabilecek gibi değilim bir daha yattım saat 12. Kalktım. Diğer arkadaşlarım çoktan gitmiş. Cemre ve Şinasi de yeni uyanmış. Ben müsaade istedim ve yurduma doğru yola çıktım. Cemrelerin evine Ankaray’ın iki istasyonu yakındı: Kolej ve Kurtuluş. Acaba Kolejden mi gitsem yoksa Kurtuluştan mı derken hem etrafı tanırım düşüncesiyle Kolejden gitmeye karar verdim. Ankaray’a giderken Azerbaycan Türkçesi ve Türkiye Türkçesi’yle konuşan bir genç kadın Koru tarafına nereden gideceğini sordu. Ben de o taraflara gideceğimi ve isterse birlikte gidebileceğimizi söyledim. Ankaray Kolej istasyonundan Kızılay’a geçip Koru metrosuna aktarma yaptıktan sonra kendisiyle tanışmaya başladım. İsmi Mahza’ymış. Ben nereden geldiğini, nerede çalıştığını, öğrenci olup olmadığını ve daha birkaç tane daha soru sordum. Benim buraya Antalya’dan geldiğimi, bir gün benim de İran’a seyahat etmek istediğimi, Hacettepe’de uluslararası ilişkiler öğrencisi olduğumdan ve birkaç ayrıntıdan daha söz ettim. Kendisi buraya İran’ın Urmiye şehrinden geldiğinden, Urmiye’nin ve Tebriz’in ayrı yanlarından, eğer biraz daha para biriktirirsem İsfahan ve Şiraz’a gitmem gerektiğinden, Kızılay’da English Time diye bir kursta öğretmen olduğundan, evli olduğundan, Ankara’nın havasına alışamadığından, çünkü Urmiye’nin daha sıcak olduğundan, Ankara’ya birkaç yıl önce arabayla geldiğini ve Türkiye’nin birkaç iline daha seyahat ettiğinden ve benim çok iyi bir üniversitede okuduğumdan söz etti. Ben de en sonunda Koru’dan önce Beytepe durağında ineceğimi metro kapısının üzerindeki panelden gösterdim ve kendisinin de hangi durakta ineceğini gösterdim. Kendisi de bildiğini sadece şaşırdığını belirtti. Metro Beytepe’ye gelince vedalaştık. O Koru’ya geçti, ben Beytepe’ye…

Çok güzel bir andı gerek ne kadar tadını çıkaramasak da kamp gerek hayatımda ilk kez öğrenci evinde arkadaşlarımla kalmam gerekse topluluğun dayanışma-ekip ruhu gerekirse Mahza Hoca’yla tanışmam ayrı bir deneyimdi…

Anlatmaya kelimeler yetmiyor bu anların bizzat yaşanması lazım. Sizlerin de böyle güzel anlarla karşılaşmanız dileğiyle… 



Canımız Devrekanimiz

 

Bölge: Karadeniz
İl: Kastamonu
İlçe: Devrekani
Köy: Sarpunalınca Köyü
Faaliyet Tarihi: 28-31 Ekim 2021
Anıyı Yazan: Rumeysa Toper
Faaliyet Sorumluları: Can Tarcan, Emir Çağan Yıldırım, Metehan Çetin



Yine, yeniden ve pek çok defa daha olmasını dileyerek ben! Tabii ki yine tüm romantikliğim ile buradayım. Hevesim, baretim ve botlarım da benimle birlikte! Öyle bir heves ki yazının buraya kadarki kısmını daha faaliyete gitmeden yazmaya başladım. Buna sabırsızlık demek daha doğru olabilir aslında. Uslanmaz bir sabırsızım evet ve bundan hiç pişman değilim. Sabırsızlık hep kazandırdı bana. Siz yine de bana uymayın tabii! Sabırsızlık, acelecilik ve muadillerinin kaybettirdiğini söyleyen büyükler de var. Yalnız sabırsızlık ile hızlı karar vermek arasında fark var, bunun da altını çizmek lazım. Demem o ki can havliyle birine veya bir şeye tutunanlar mutlaka büyüklerin sözlerini bir üstlerine alınsınlar 😊 Bu cümleleri şu an metrodan yazıyorum, az sonra Beytepe durağına gelmiş olacağım ve birkaç saat sonra mağaraya doğru yola çıkmış olacağız…

Bir o yana bir bu yana bir öyle bir şöyle oturmaların ardından neyse ki otobüse bindik ve otobüs Devrekani’ye doğru yola koyuldu. Tıngır mıngır giderken bir paaaat sesi ve otobüs bir anda fazla tıngırdamaya başladı. Lastik patlamış… Neyse biz çektik otobüsü kenara derken bir bağırtı gürültü koptu! Meğer bizim lastik patlayınca yola sıçramış, arkamızdaki araç da ha çarptı ha çarpacak zor kurtarmış kendini. E tabii bu durumun sinir harbiyle de bize dayandı adam. Biraz bağırtı biraz küfür biraz polis biraz tuvaleti gelmiş hümaklılar derken yol desteği geldi, tekerleği değiştik ve tekrar tıngır mıngır yola. Şu an diyorum ki iyi ki yolda o kadar vakit kaybettik. Zira bu sayede kamp alanına sabah varmış olduk, aksi türlü gece varsaydık çadır kuracağız derken yaşam savaşı içinde donarak ölebilirdik! Tabii ki mübalağa yapıyorum ama hava gerçekten müthiş soğuktu ve ben kampın ilerleyen zamanlarında ne olur gece gelmesin diye bir köşede oturmuş dua ediyordum. 

Yolda fütursuzca uyuduktan sonra payıma düşen tabii ki mağaraya ilk ekiple girmek oldu. Öncüm Ece, artçım Baho, ortada mis gibi insanlar ve canımız Sarpunalınca mağarası. Kaçınılmaz bir şekilde Baho’nun gazabına uğrayarak mağaraya oldukça sulu bir giriş yaptık. Çünkü neden ıslak yol varken kuru yolu tercih edelim? Ruh hastası mıyız biz? Cevap veriyorum evet. Her şeye rağmen Baho’yu seviyorum iyi ki artçımdı. Velhasıl kelam bol bol inip çıktıktan güzelce de bir ıslandıktan sonraaa ışık göründü ve biz mağaranın arka çıkışına varmış olduk. Ekibin biraz dinlenmeye ve ısınmaya ihtiyacı vardı o yüzden güzelce atıştırmalıklarımızı yedik, ateş yakıp ısınmaya çalıştık. Mağaradan değil de dışardan mı dolansak diye diye zaman biraz geçti ve en mantıklı kararın geri mağaradan dönmek olduğu sonucuna vardık. Popomuza nişadır sürülmüşçesine bir hızla mağaradan çıkmaya koyulduk ve başardık. 


Botlarımızdan gelen fışk fışk sesleri eşliğinde kamp alanına geldik. Kamptakiler bizi ezogelin çorbası ile karşıladı. Biraz çorba biraz mağara birası bir de ateş oooh kendimize geldik! Bende dur durak bilmeyen bir enerji bir sonraki ekibi de mağaraya yolcu etmeye gittim. Hop geri döndüm, hala yerimde duramıyorum hop mağaraya tekrar gittim. O esnada Utku, Kerem, Kuzu ve Burhan mağaranın üst tarafında döşeme yapıyorlardı. Onlara lojistik destek atıp çay ve kahve götürdük. Orada öyle akşamı ettik. Kampa varınca yemekler pişmişti ama ne yemekler… Patlıcan musakka ve makarna ÜÜÜÜFFFHHH! Güzelce doyduk ve kaçınılmaz olarak gözlerimizi ateşe dikip hipnotize olmaya başladık. Benim yine babaanneliğim tuttu ve ben erkenden uyumak için çadırıma gittim. Şimdi bu noktada havanın -374623756328 olduğu Kastamonu’da tek başına kalan Rumeysa için 1 dakikalık küfür duruşu yapıyoruz arkadaşlar çünkü 2 saat sonra dişlerimin birbirine vurma sesiyle uykumdan uyandım. Ama zamanlamam müthiş! Burak Kadir’in keyif saatine denk düştüm. Orada olanlar orada ve midemizde kalsın isterim ihihi. Bir süre sonra donacak olsam da uyumak için ant içmiş olduğumdan tekrar TEK kaldığım çadırıma geri döndüm ve uyudum ya da soğuktan bilincimi kaybettim emin değilim.


Güneş ışıkları gecenin soğuğunu kırmaya başladı ve bilincim tekrar yerine geldi. İlk ekip mağaraya gitmiş, kahvaltı hazırlanmaya başlanmış bile. Kahvaltımızı yaptık, sohbetler ettik. Keyifli ve huzurlu bir sabahtı benim için. Özlediğim ve biraz da olsa bu özlemi giderdiğim bir sabah… Sonra bu sefer de Egemen ile döşeme ekibine lojistik desteğe gittik ama oraya gram güneş ışığı vurmuyor ve ben gene donuyordum. Sanırım bu anıya mutlu son yazamayacağım… Ama neyse ki Egemen ve Töre gelip yürüyüş teklifinde bulundu ve biz ormanı keşfe çıktık. Büyülü bir yürüyüş oldu bizim için, önümüzde loş ve yemyeşil bir orman, yerlerde siyahlı kırmızılı mercanımsı mantarlar… Dedik ki güneş alan bir yer bulup az dinlenelim. Mis gibi bir yer bulduk. Töre bize yastık oldu, arkamızda bir ağaçkakan ağacı kakmakla meşguldü ve biz çok tatlı bir uyku uyuduk. 

Bu esnada başkanlar ekibi mağaradaydı. Evvet başkanlar ekibi. Kim bu ekip; Turgay ve hanımı Tuğba (kendisi eş durumunda ötürü ekibe dahil oldu, başkan değil), Utku, Bahadır, Melike, Nart, Beyza, Emir ve Mert. Bu ekip bizim aksimize kutsal bir görevi yerine getirmek üzere mağaraya girdiler. Turgay ve Tuğba’nın evlenme merasimi… Duyduğuma göre Turgay Tuğba’ya suda evlenme teklif etmiiiş! Üstüne bir de galeride nikah kıymışlar! İyisi mi siz yine de mağarada olanları o an mağarada olanlara sorun. Ben dışarda olanlardan devam edeyim. Dışarıda olansa hayatlarını paylaşmak arzusuyla birleşen, birbirlerini seven bu iki güzel insan için gülümseyen bizler… Bırakın evliliği bir insanın bir başka insanı sevmesi hep büyülü gelmiştir bana. Bir an durun ve bir insanı sevdiğinizde hissettiğiniz o duyguları düşünün, ona baktığınızda, o konuştuğunda. Karnınızdan hatta bacaklarınızdan doğru vücudunuza yayılan bir karıncalanma, bir enerji hissedeceksiniz. Bunun tanımı büyülü değil de ne olabilir ki? Ben birbirini bulan bu iki şanslı insana bir tur daha kadeh kaldırmak istiyorum. Hadi siz de bana katılın elinizde ne varsa artık; çay, su, bira, hiçbir şey ve tokuşturun onlar için “Sevginiz ve huzurunuz daim olsun!”. Sevmek ifade etmenin ötesinde o ifadeyi unutmamaktır da, dilerim biz de sizin gibi hafızamızı güçlü tutmayı başarırız!

Nerede kalmıştım? Hah. Biz uyuyorduk ve mağarada bir kutlama yapılıyordu derken uyandık ve kampa geri döndük. Şeyma annemiz yine bizi doyurmak için ateşin başına geçmişti. Bakın ben bir pilav delisiyim, pilav yemenin ötesinde güzel bir pilav yemek hele bir de o güzel pilavı kampta yemek… Şeyma’nın öpülesi elleri var ne diyebilirim ki! Yemeklerimizi yedik, herkes diyarında muhabbetinde… Faaliyetin en sevdiğim kısmı geldi. Tahmin edersiniz ki konuşma yapmak. Bu kadar sayfa anı yazan birinden başka türlüsü de beklenemezdi zaten. Çünkü kelimelerden ve gülümsememden başka hiçbir şeyim yok. Durun durun konuşmalardan önce ne olduğunu söylemedim! Çok ateşli bir andı… Ciddiyim! Yüzüklerin kurdelesini Inferno ateşten aldığı bir dal ile yaktı ve biz Turgay ile hanımı Tuğba'yı nişanlamış olduk! 

Sonra faaliyet sorumluları konuşmayı başlattı, mağaraya ilk kez girenler devam etti ve Turgay sonlandırdı. Ama tabii ki eskiler de bu arada dilinin dizginini tutamadı. Onlardan biri de bendim. Nasıl tutarsın ki? İnsanlar için bazı şeyler zamansızdır. Belki 10 kez yapmışsındır ama her seferinde ilkinmiş gibi bir duygu kaplar içini ve anlatmak istersin. Mağaracılık da benim için zamansız bir uğraş ve hümak… Çok şey kattı bana epey çok şey. Hatırımdan hiç silinmeyecek anlar, duygular. Bir gün bir sevgili, bir gün bir ev arkadaşı, ilk günden beri çokça dost. Bu gün oldu kendi kendime adım atmak için bana yol çizdi. Unuttuğum şeyler varmış meğer bana onları hatırlattı. Değişimden kaçamıyor insan hatta kısacık bir zaman zarfında neler ne kadar değişebilir aklı almıyor. Çok sevdiği bir insan bir anda yüzüne bakmaz oluyor örneğin ya da dün bamyayı hiç sevmezken bugün seviyor oluyor… Ama hümak hiç değişmiyor, 1988 yılından beri bize yuva oluyor. Anının bu noktadan sonrasını tahmin edersiniz, faaliyetin son günüyse alkol izni de verildiyse şarkılar, danslar, ağlamalar, gülmeler, bol bol konuşmalar. Bazen de susup sessizce izlemeler. Bizi izlerken aklımda hep şu cümle,

Bir gün gözleri kapandığında, kalpleri sonuna kadar açık olacak.


r*

 

İletişim

Bu blogda yazar olarak yer almak ve katkıda bulunmak istiyorsanız, blog yöneticileri ile iletişime geçmeniz yeterli olacaktır.



Blog Yöneticileri

HAKKINDA

Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma Topluluğu (HÜMAK) 1988 yılında kurulmuştur. Kurulduğu günden itibaren Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde araştırma ve eğitim faaliyetlerine devam etmektedir.

AMAÇ

Hacettepe Üniversitesi Mağara Araştırma Topluluğu 'nun (HÜMAK) çok yazarlı resmi ve gayrıresmi paylaşım ortamıdır.

Kafasından bareti eksik etmeyen tüm mağaracıları aramızda görmekten keyif, zevk, haz ve gurur duyarız, hoşnut kalırız..